SİMYA
Kaynak: turkcebilgi.com
Simya
(Alşimi), 12. yüzyıldan itibaren Ortaçağ Avrupa'sında yayılmış olan bir düşünce
ve bilgi akımına verilen bir addır. Aslında bu tür, bir bilgi olarak ve o zaman
bilimlerle inançlar arasındaki yöntem ve disiplin ayrımı olmadığından daha çok
zanaatsal özellikler de taşıyarak, MS 2.- 3. yüzyıllarda İskenderiye ekolünde,
MÖ 4.- 5. yüzyılın düşünce akımlarının, örneğin Pithagoras'ın ve
Pithagorculuğun etkisiyle doğmuştur.
Sözcüğün kökeni tartışmalıdır. Ancak her
iki türüyle de, yani Alşimi ve Simya şeklinde de bir Sami çıkış kesin gibidir.
Alşemi'nin Latin yazılış biçimindeki Al-chemie'deki Al takısının Arap kökenli
olduğu kesindir. Chemie'nin de (okunuş biçimiyle Hemi ya da Kemi) Sami kökenli
Heme, Hema sözcüklerinden ve Siyah ya da Mısır anlamından yada belki Yunanca
Hima yani "döküm" anlamından geldiği ileri sürülmektedir.
Simya, bir inanç ve gizem felsefesi olarak çok daha eski ve
Mezopotamya çıkışlı olan yazı ve sayı mistisizmi ve astroloji ile sıkı sıkıya
ilintilidir. Özellikle astrolojiyle iki kardeş bilgiyi oluştururlar. Astroloji
evrende gök cisimleri ile insan arasındaki ilişki ve etkileşimleri; Simya ise
yer ile insan arasındaki ilinti ve etkileşimleri ele almaya çalışmaktadır.
Böylece ikisi birlikte, yeryüzü ile gökyüzü arasında var kılınmış olan insanın,
bu iki evren katı arasında her ikisinin birbiriyle karşılıklı etkileşimlerini
taşıyan ışınımlarının arasında her ikisinden etkilenerek yaşadığı ve devindiği
varsayımına dayanmaktadır.
Kimya ile ilişkisi
MÖ 4. bininci yılda Ortadoğu adı verilen bölgede uygarlık
açısından son derece önemli sonuçlar verecek teknolojik devrimler olmaya
başlamıştır. Aynı zamanda bölge zenginleşen üretimin ve geniş düz arazinin
meydana getirdiği bir çekicilik taşımakta ve çevre bölgelerden çeşitli kavimler
de bölgeye göç etmektedirler. Halkın iki uğraşı vardır bunlardan biri tarım
diğeri de madenlerdir. Tarım, ekilen bir tohumun dikilen bir fidanın zaman
içinde gelişerek değişimler göstermesi ve ürün vermesi sürecinin dikkatle
incelenmesine ve anlaşılamayan bir sürü olayın sürüp gittiği bu sürecin her
adımının, onun üzerinde etkili olan her etmenin, korku ve hayranlık karışımı
duygularla kutsanmasına neden olmaktadır.
Madenler de aynı toprak ananın
bağrından çıkan birtakım taşlardır ve ateşin etkisiyle gözler önünde nitelik değiştirmekte,
şekil almakta ve değişmektedir. Bu gözlemler, o maddelere, o zamanın kavrama
olanaklarıyla pek çok garip güçlerin izafe edilmesine yol açar. Örneğin
insanlar, bir demir parçasını, o kuvveti kendi vücuduna geçirmesi için vücuduna
bağlı olarak taşır ya da işine başlamadan önce kuvvet almak için ona dokunur.
Bu tür algılama inançları bugün de bütün gücüyle etkindir. Örneğin Sam Yelinin
neden olduğuna inanılan Eyyam-ı Bahur (sıcak) çarpmasına karşı vücuda paslı bir maden
parçası bağlanır. İki metalden yapılmış olan sağlık bilezikleri bir zaman
Avrupa'da yaygınlaşmış ve halen de birçok insanın kolunda görülebilir.
İşte simyanın dayandığı kimya bilgisi son derece basit, o
çağlardan kalma metalurji bilgileriyle bu "cevher" (arkhe) bilgisine
dayanmaktadır. Temelinde Yunanlıların bulmuş ve geliştirmiş oldukları dört
element, Anasır-ı Erbaa, yani Hava, Su, Toprak ve Ateş felsefesi yatmaktadır.
Kullanılan yöntemler, ısıtmak, kızdırmak, dökmek, buharlaştırmak, süzmek gibi,
ilkel metalurjinin yöntemlerine dayanmaktadır.
Simya bilgisinin temelinde yatan sözcük hiç kuşkusuz ki
"değişim" yani Transmutasyon'dur. Simya bilgisi bu deyimle birçok
şeyi kasteder. Maddelerin fizik ve kimyasal değişimleri, nitelik ve kullanım
değiştirmeleri yanında örneğin hastalıktan sağlığa geçiş de simya için bir
değişim olayıdır. Amaçlanan ve idealize edilen değşişimlerden biri, yaşlılıktan
gençliğe dönüşüm, bir başkası da canlı varlıktan olağanüstü, doğaüstü, uhrevi
bir varlığa dönüşme olgusudur. Elbette bir maddenin bir başka maddeye
dönüşmesi, daha değersiz maddelerin altın ya da gümüşe çevrilebilmesi simya ile
uğraşanların en bilinen amaçlarıydı.
Simyadaki değişimler kural olarak, arada
kimi geçiş dönemlerinin durumu sayılmazsa daima pozitife doğru olarak
anlaşılmaktadır. Toprağın altın yapılmak üzere suyla karıştırılarak
kaynatılmasında topraktan daha değersiz olan çamur aşamasından geçilmektedir ve
bu normaldir. Çünkü, işlemin sonunda ulaşılacak olan mutlaka altındır. Simya
hiçbir zaman iyileştirme işlemini tersine çevirerek hasta etmeyi amaçlayamaz.
Bu sistem içinde kötüleştirmeyi sağlayacak hiçbir yöntem olmamıştır. Sonuçlar
her zaman "Mutlu Son" olarak öngörülmüştür.
Çin kültüründe simya
Simyanın başlangıç dönemlerine ilişkin manuskriptlerin en
zenginleri Çin'dedir. Orada bu başlangıcın Avrupa'dan ve Önasya'dan önce olduğu
anlaşılmaktadır. Her şeyden önce orada simya bilgisinin kökeni metalurjide
değil, ondan çok daha eski bir sanatta, Tıp'ta bulunmaktadır. Çin tıbbında bir
ölümsüzlük inancı vardır ve bu MÖ 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. MÖ 4. yüzyılda
da bir Ab-ı Hayat (Yaşam İksiri, Bengisu) kavramı ortaya çıkmaktadır.
Çin simyasına ilişkin bilinen en kapsamlı kaynak 5.
yüzyıllar arasında, gene Batı ve Doğu ile aynı zamanda Hint metinlerine
yansıdığı görülür.
Ölümsüzlükle ilişkili simya ve tıp da Hindistan'a Çin'den
gelmiş ya da bu yol tersine işlemiş olibilir. Her iki kültürde de tıp bilgileri
ana ilgi odağını oluşturmuştur. Madenlere olan ilgi de her iki kültürde eşit
şekilde güçlü olmuştur. Fakat bir Ab-ı Hayat'ın, bir Bengisu'nun bulunması
sorunu Hint kültürü için bir anlam taşımamıştır. Çünkü burada yerleşik olan
Brahma ve Buda inançları zaten ölümsüzlük kavramını kendi içlerinde
barındırmakta idi. Bu bakımdan Hint kültürü için simya daha çok para-medikal
kavram olarak kalmış, kimi hastalıkların, salgınların önlenmesinde ve zaman
zaman da uzun bir ömür sağlamak için çalışmıştır.
MÖ 5.-3. yüzyıllardan kalan kaynaklarda Hint doğa
felsefesinin, ateş, rüzgar, su, toprak ve uzay gibi madde unsurlarına, vitalizm
yani canlı atomlar kavramına ve sevgi-nefret, etki-tepki gibi düalizmlere
dayalı olduğu görülür. Simyagerlerin 6 madeni, yani altın, gümüş, çinko, demir,
kurşun ve bakırın her biri daha aşağı 5 elemente bölünmekteydi ve kullanımları
için "öldürülmeleri" gerekmekteydi. Bu öldürme işlemi ilaç yapımı
için uygulanıyordu. Hintliler madenlerin alaşım ve bileşimlerini Batı'dan çok
daha önce bulmuşlardı ve simyada kullanıyordu.
Yunan kültüründe simya
Araştırmacıların kesinlikle tarihin ilk simyageri olarak
kabul ettikleri kişi, MS 300 yıllarına doğru yaşamış olan Mısır'ın
Panopolis'inden Zosimos ise de, bu yöndeki gelişmenin daha MÖ 3. yüzyıldan beri
sürdüğü de anlaşılmaktadır. 7. yüzyıl ya da 8. yüzyılda Bizans'ta yazılmış olan
ve kopyaları Venedik ve Paris'te bulunan bir manuskript 40 kadar simyacının
adını vermektedir. Listenin başı MÖ 200 yıllarında Nil deltasında yaşamış olan
ve çok kapsamlı bir farmakoloji kitabı, daha sonra Doğu Roma ve Arap
bilginlerince de kullanılmış olan Demokritus ve sonu da MS 4. yüzyılda
İstanbul'da yaşadığı bildirilen Şinesus'tur.
Yunan simyasında İran'ın Magi inancı ve Mecusi denilen
rahiplerinin doğrudan bir etkisi olduğu ve ayrıca Stoacılığın da katkısı
bulunduğu sanılmaktadır. Magi'nin etkisi özellikle Demokritus'un ünlü kitabı
"Physica et Mystica"da yazılı olan her reçetenin; Mageistlerin
amentüsü niteliğinde olan "Her doğa bir başka doğayla sevinir, bir doğa
bir başka doğa üzerinde galebe çalar, bir doğa öbür doğaya egemen olur"
cümlesiyle sona erişinde belirmektedir.
Yunan kültüründe simya, Homeros çağından Aydınlanma Çağına
kadar olan 2000 senelik süreçte bir gizem olarak kalmıştır. Yunan simyası
Synesius ile birlikte Çin ve Hint simyası paraleline kaymıştır ve simya madde
bilgisinden çok bağımsız zihinsel bir işlem olarak tanımlanmıştır.
Arap kültüründe simya
Bu Hermes, gerçekte eski Mısır kozmogonisinde Cudi olarak bilinen ve Helenik dönemde adı Toth'a çevrilen tanrının Yunanlılar tarafından kendi kozmogonilerindeki Hermes'e benzetilmesiyle bu adı almıştır. Fakat bu tabletler ve metinler de "Yaratılışın Gizemi Kitabı" isimli daha büyük bir yazıtın bir parçasıdır.
Bunun MS 1. yüzyılda yaşamış Hristiyanlık dışı bir mistik olan Tyanalı Apollonius'a ait olduğu ileri sürülmektedir. Bu adama daha sonra Arap mistikleri de büyük önem vermişler ve adına Balinus demişlerdir. Arap simyasının kökenlerinde bu kitaptan daha önemli olarak Asur, Elam, Kalde ve Sümer bilgileriyle onlardan da etkin olan İran'ın Magi ve Mitra inançlarının uygulama ve yaklaşımları söz konusudur.
En büyük Arap-İslam simyageri kuşkusuz ki Ebubekir el-Razi'dir. 850-924 yılları arasında yaşamış olan bu büyük düşünür esasta hekim olmakla birlikte farmakopeler üzerindeki çalışmalarıyla, vücut sıvılarının analizleriyle, bu arada Üre'yi buluşuyla tanınmış ve tıp tarihindeki yerini almıştır. Bu arada maddenin doğasına ilişkin kuramlarıyla simyaya girmiş ve simyanın daha sonraki gelişiminde de büyük rol oynamıştır. Batı dillerinde Arrazi olarak bilinen Razi, maddeyi taşlar, tuzlar, borakslar gibi "cisimler" ile sıvı olan ve ergiyebilen maddelerin toplandığı "ruhlar" olarak ikiye ayırmıştır.
Arap bilim dünyasında bir başka önemli isim de Cabir İbn
Hayyan'dır. Matematik ve tıptaki çalışmalarıyla ünlenmiş olan bu ismin aslında
tek bir kişiden ibaret olmadığı, Emevi saltanatında bilimin baskı altına
alınmasından ötürü yeraltı çalışmalar yapmakta olan bir grubun ortak ismi
olduğu sanılmaktadır. Ne olursa olsun Cabir elyazmaları Razi'ninkileri
izlemektedir ve daha derli topludur. Arap simyasına ilişkin daha fazla ayrıntı,
özellikle de uygulama ayrıntıları bilinmiyorsa da İbn Haldun çok önemli eseri
"Mukaddime"de simyagerlerden ve astrologlardan, akıllı devlet
adamlarının mutlaka danışmaları gereken bilgeler olarak söz etmektedir. İbn
Haldun bu bilgeleri, altıncı girişinde, "bilinmeyene ulaşanlar"
arasında saymaktadır. Onlara atfettiği çok önemli bir özellik de "insan öz
benliğindeki bilinmeyeni" algılama yeteneğidir.
Avrupa kültüründe simya
Hıristiyanlığın Batı Roma İmparatorluğu tarafından resmi bir
din olarak kabul edildiği 4. yüzyıl başlarından 12. yüzyıl başlarına kadar
geçen süre, Avrupa'nın büyük kavimler göçüyle, gelen halkların sürekli yer
değiştirmeleriyle, Hun istilası, Avrupa'nın Büyük Şarl tarafından birleştirilme
girişimiyle, daha sonraki kralların ve feodal beylerin birbirleriyle
boğuşmalarıyla karmakarışık ama aynı zamanda sefalet ve felaketlerle dolu
Ortaçağ olarak geçti. Bu dönem boyunca Avrupa, hiçbir noktasından ışık sızmayan
koyu bir karanlığa gömüldü. Kilisenin olduğu kadar, lokal ve genel devletlerin
de halkı Hıristiyanlaştırma çabaları, beraberinde zulüm ve yıkımları da
beraberinde getirdi. Üstüne üstlük salgın hastalıklar yığınlarla ölüme yol
açtı.
İşte böyle bir dönemde Arap dünyasından yapılan, çoğu yalan yanlış çeviriler arasında yaşam ve teknolojiye ilişkin bilgiler kadar bolca safsata da vardı. Bunların çoğu eski ve Batı'da zaten tanınan bilgilerin Arapça'ya transfer edilip saklanmış düşünce ve iddialarıydı. Ama skolastik düşünce yapısı bunların da tıpkı kilise büyüklerinin düşünceleri gibi, irdelenmeden, deneyin sınamasına tabi tutulmaksızın alınıp benimsenmesini gerektiriyordu. Böylece ve yine kilise dogmaları arasında bulunan "Ex oriente lux" (Işık Doğu'dan yükselir) inancının da yardımıyla bu bilgiler de dogma niteliği kazanmıştır. Bunun sonucunda Venedik-Paris elyazmasındaki bilgiler, 1150 yıllarında İspanya'da Cremonalı Gerard tarafından çevrilen Razi'nin yazıtları yanında çok sönük kalmıştı. Bu arada Haçlı Seferleri'nin getirdikleriyle zenginleşen simya, Arapça adıyla "El Hemi" yani Alşemi olarak çok büyük bir saygınlık kazanıverdi. Simya, Avrupa'da esrarengiz ününü 15. yüzyılda geçen bir olaydan sonra kazanmış ve daha önceki, madenlerin soylulaştırılması esasına dayanan felsefe de yerini gizemli simya felsefesine bırakmıştır.
İşte böyle bir dönemde Arap dünyasından yapılan, çoğu yalan yanlış çeviriler arasında yaşam ve teknolojiye ilişkin bilgiler kadar bolca safsata da vardı. Bunların çoğu eski ve Batı'da zaten tanınan bilgilerin Arapça'ya transfer edilip saklanmış düşünce ve iddialarıydı. Ama skolastik düşünce yapısı bunların da tıpkı kilise büyüklerinin düşünceleri gibi, irdelenmeden, deneyin sınamasına tabi tutulmaksızın alınıp benimsenmesini gerektiriyordu. Böylece ve yine kilise dogmaları arasında bulunan "Ex oriente lux" (Işık Doğu'dan yükselir) inancının da yardımıyla bu bilgiler de dogma niteliği kazanmıştır. Bunun sonucunda Venedik-Paris elyazmasındaki bilgiler, 1150 yıllarında İspanya'da Cremonalı Gerard tarafından çevrilen Razi'nin yazıtları yanında çok sönük kalmıştı. Bu arada Haçlı Seferleri'nin getirdikleriyle zenginleşen simya, Arapça adıyla "El Hemi" yani Alşemi olarak çok büyük bir saygınlık kazanıverdi. Simya, Avrupa'da esrarengiz ününü 15. yüzyılda geçen bir olaydan sonra kazanmış ve daha önceki, madenlerin soylulaştırılması esasına dayanan felsefe de yerini gizemli simya felsefesine bırakmıştır.
15. yüzyılda
Paris'te bir noter olan ve bir gece rüyasında gizemli bir kitap gören, hemen
ardından kitabı bulan ve bunu İbranice bilen bir bilge yardımıyla çözen Nicolas
Flamel (1330-1418) simyaya gizemli ve esrarengiz havayı veren kişi olarak
bilinir.
Onun gördüğü kitap ve onu izleyen daha birkaç metinle, eski İbrani mistik felsefesi olan Kabala, bütün kavram ve yöntemleriyle simya alanına girivermiş ve bundan sonrasını derinden etkilemiştir. Flamel, 1382'de birdenbire büyük eseri, yani altın üretmeyi başardığını ilan etti ve bunun kanıtı olarak kiliselere muazzam bağışlar yapmaya başladı. Bu kadar iyi kanıt veren alşimist sayısı azdır. Bunlar arasında Salmoon Trismosin de sayılmalıdır. Bu şahıs, 1598'de "Splendor Solis" (Güneşin İhtişamı) isimli bir eser yazdı. Alşimi ustalarına yoğun ziyaretler yapmış ve "Mısır dilinde yazılmış kabalistik ve majik kitaplar sayesinde" başarılı olmuştur.
Onun gördüğü kitap ve onu izleyen daha birkaç metinle, eski İbrani mistik felsefesi olan Kabala, bütün kavram ve yöntemleriyle simya alanına girivermiş ve bundan sonrasını derinden etkilemiştir. Flamel, 1382'de birdenbire büyük eseri, yani altın üretmeyi başardığını ilan etti ve bunun kanıtı olarak kiliselere muazzam bağışlar yapmaya başladı. Bu kadar iyi kanıt veren alşimist sayısı azdır. Bunlar arasında Salmoon Trismosin de sayılmalıdır. Bu şahıs, 1598'de "Splendor Solis" (Güneşin İhtişamı) isimli bir eser yazdı. Alşimi ustalarına yoğun ziyaretler yapmış ve "Mısır dilinde yazılmış kabalistik ve majik kitaplar sayesinde" başarılı olmuştur.
Çağdaş simya
Altın üretimi fikri 19. yüzyıla gelinceye kadar bilimsel
düşünceye aykırı gelmiyordu. Isaac Newton ( 1642-1727) gibi bir bilimadamı bile
böyle bir girişimi pekala denemeye değer buluyordu. Öte yandan bu konudaki
resmi yaklaşım bir parça çelişkili bir tutum sergiliyordu. Bir yandan yoktan
altın imali ekonomik dengeleri altüst edebileceği için resmen yasaklanıyor, öte
yandan özellikle krallar böyle bir olanağı ellerinde bulundurabilmek için can
atıyorlar, bu işle uğraşan simyagerleri gizli gizli destekliyor, hatta
saraylarında besleyip çalıştırıyorlardı. Bu altın üretme amacı her şeye rağmen
hiç ortadan kalkmadı. Bugün bile alşimi merakının ardında bu amaç gizli
durmaktadır. Adolf Hitler'in yakın çevresinde bu amaçla bir simyagerler ordusu
bulunduğu söylenegelmektedir.
Modern bilim genellikle insanların düşlerini süsleyen
fantezileri kuru tabana indirgemekte, şiirselliğe yer bırakmamakta ve ayakları
yere basmayan umutları da fena halde kırmaktadır. 18. yüzyıl ve 19. yüzyılda
pozitif bilimlerdeki aşırı uç materyalist yaklaşım, o çağın aydınlarında ve
orta sınıf halkındaki, daha çok dinsel bir mitolojiyle beslenen kendine
saygıyı, Eşref-i mahlukat inancını çok zedeliyor ve acıtıyordu. Ancak öte
yandan Isaac Newton ve Antoine Lavoieser gibi aydınlanmacı öncüler ve onların
izinden gidenler, bilimin temel amacını, manifaktür ve sanayinin taleplerini
karşılamaktan çok insanın evren içindeki yeri ve onunla ilişkileri çözümlemek
ve kavramak olarak anlıyorlardı. Sonuç olarak bu konu üzerindeki düşünce ve
çalışmaları onları mistik düşünürlere çok yaklaştırdı. Pozitif bilimlerle
tarihten gelen söylence bilgilerin sınırları da çok belirgin olmadığından, simya
kavramlarına bir yakınlıkları ortaya çıktı. Böylece altınla uğraşmayı sürdüren
"ekzoterik" simyanın yanında, evrenin sırlarına yönelen bir
"ezoterik" simya da doğdu.
Bugün de alşemi bu bağlamda mistik yaşam görüşlerindeki
canlanma içinde bir yer bulabilmektedir. Kimyaya karşılık olarak alşemi
"vital bir kimya" olarak ileri sürülmektedir. Mistik felsefede alşemi
veri ve terimleri Kabala, Astroloji, Alternatif Tıp (Özellikle Herbal) ile
birlikte ve bir tür yeni Pitagorculuk çerçevesi içinde değer bulmaktadır.